X

Kalbimin en mavi yeri; Bozcaada...

8 Okunma

Bazen sözcüklere ihtiyaç yoktur. Öyle derinden hissedersin ki duygularını, anlatmaya gerek kalmaz. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı anlar işte o anlardır. Ben de şimdi o anlardan birini yaşıyorum. Size nasıl anlatacağımı, nereden başlayacağımı, nelerden bahsedeceğimi hiç kestiremediğim bir hikayeyi yazıyorum...

Her şey üç eski dostun aldığı o kararla başladı; hayatımız boyunca dünyanın neresinde ve kimlerle olursak olalım, her yıl haziran ayının ilk hafta sonunda mutlaka bir araya gelecektik. Ömür boyu sürmesine karar verdiğimiz bu geleneğe yalnızca üçümüzün bildiği bir isim bile verdik.

Ben İstanbul'daydım, Didem ve Damla İzmir'de. Bu yüzden mekan olarak İstanbul ve İzmir'in tam ortasında yer alan Bozcaada'yı seçtik. 

"Tanrı, insanlar uzun ömürlü olsunlar diye Bozcaada'yı yaratmış."

Heredot

Ömrümü uzatmaya mı, kalan aklımı orada bırakmaya mı, yoksa beni kendine aşık eden küçücük bir deniz fenerinin hatırına mı bilemiyorum ama cumartesi sabahı kendimi Bozcada limanında bulmamla başlıyor hikayem...

Antik çağda Leukophrys, Yunan mitolojisinde ise Tenedos adıyla bilinen Bozcaada'nın mitolojide ilk geçtiği yer Tenedos ismini alması sırasındadır. Homeros'un İ.Ö 9.yy'da yazdığı sanılan Troya savaşlarını anlatan ünlü destanı İlyada'da, Tenedos isminin bir kaç kez geçtiğini görürüz.

Bozcaada, stratejik konumundan dolayı çağlar boyunca birçok kez istilaya uğramış ve el değiştirmiş. Adadaki nekropol sahasında yapılan kazılardan anlaşıldığı üzere, adanın tarihi M.Ö. 3000 yıllarına dayanıyor. Adanın bilinen ilk sakinleri Pelasg'lar. Daha sonra sırasıyla Fenikeliler, Atinalılar, Yunanlar, Persler, Büyük İskender, Bizanslılar, Cenevizliler, Venedikliler ve Osmanlılar adaya hakim olmuş.

Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethetmesinden sonra Bozcaada, Türkler için önem kazanmış ve 1455'te Osmanlı topraklarına katılmış. Osmanlı yönetiminde geçen uzun bir dönemden sonra, Balkan Savaşları sırasında 1912'de Yunanistan tarafından işgal edilen ada, 1923 Lozan Anlaşmasıyla Gökçeada ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti'ne bağlanmış.

Bozcaada'ya Geyikli iskeleden belirli saatlerde kalkan feribotla geçiliyor. Yaklaşık yarım saat süren bu yolculukta siz adaya doğru ilerlerken, feribotta size bazen adanın sevimli köpekleri de eşlik edebiliyor. Geyikli-Bozcaada arası seferlerle karşıya geçen Bozcaada köpekleri işleri bitince akşam feribotuyla adaya dönüyorlar.

 

Limandan adaya indiğimde mavi beyaz çizgili tenteleriyle görür görmez kalbimi çalan Biz Bize kafeye oturuyorum.  Şehir hayatında alışık olmadığımız türden serin bir rüzgarı var adanın. Öğlen feribotuyla gelecek arkadaşlarımı beklemek için kahvemi burada içmeye karar veriyorum. Biz Bize kafede kahveyi öyle güzel bir sunumla ikram ediyorlar ki; hemen içsem mi, fotoğrafını çekip herkese göndersem mi karar veremiyorum bir süre. Ben fotoğrafı buraya koyuyorum, detayları keşfetmek sizin işiniz. Bu bekleme boyunca bana ada kargaları eşlik ediyor. Bu kargalar alıştığımız kargalardan daha ufak ve mavi gözlüler. Adanın en meşhur canlıları bu geveze ve tiz sesli kargalar diyebilirim. Kaldığınız süre boyunca ada kargalarıyla arkadaşlık ediyorsunuz.

Bana çok uzun gibi gelen aslında sadece dört saatlik bir bekleme sonrasında nihayet kızların gemisi limana yanaşıyor. Limanda bir süre daha hasret giderip yol yorgunluğunu üzerimizden attıktan sonra, internetten rezervasyon yaptırdığımız otelimizin yolunu tutuyoruz. Su Otel, Rum mahallesinin tam merkezinde olduğu için tatilimiz boyunca ada merkezinde olmanın keyfini sürüyoruz.

Bozcaada merkezi Türk ve Rum mahallesi olmak üzere ikiye ayrılıyor. Bu iki mahalle arasındaki en önemli farkı evlerin mimarilerinden anlayabiliyorsunuz. Rum mahallesinin küçük ve eski taş evleri öyle güzel renklerle dekore edilmiş ki, her evin önünde saatlerce oturmak, her detayın fotoğrafını çekmek istiyorum.

Adanın denize çıkan Arnavut kaldırımlı dar sokakları, turkuazdan laciverte, mavinin her tonuyla boyalı şirin evleri, kapı ve pencerelerin önündeki rengarenk çiçekleri ve iyot kokulu rüzgarı, denizle beslenen ruhumu hemen oracıkta ele geçiriyor. Yıllardır beni kendine çeken bu adanın bundan sonra hayatımda çok büyük bir yer kaplayacağını o an anlıyorum.

Adada denize girmek için çok sayıda plaj var. En popüler plaj kuşkusuz ki Ayazma. Ayrıca eğer arabanız varsa aralarda kalmış küçük koyları da ziyaret edebilirsiniz. Mavinin her tonunu görebileceğiniz akvaryum koyunu da tavsiye ediyorum. Biz o gün daha az rüzgarlı olduğu için kale önündeki limandan denize girmeye karar veriyoruz. Bozcaada'nın serin ve masmavi suyu o kadar berrak ki, deniz gözlüğü olmadan da denizin dibini görebiliyorsunuz. Limanın ufak iskelelerinden kendimi denize bıraktığım an, en sevdiğim şeylerin başında deniz olduğunu bir kere daha hatırlıyorum. Dört yanı denizle çevrili bu adada, dört yanımı denizle kaplıyorum...

Tüm gün yaptığımız deniz keyfinden sonra Bozcaada kalesini geziyoruz. Adanın tarihi geçmişine ve önemli konumuna bakacak olursak bu küçücük adada bu kadar büyük bir kale olmasını doğal karşılayabiliriz. 

Türkiye'nin en iyi korunmuş kalelerinden biri olan Bozcaada Kalesi'nin ilk olarak ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı bilinmiyor. Fenikeliler, Cenevizler ve Venedikliler tarafından kullanılan kale, bugünkü görünümünü Fatih Sultan Mehmet döneminde var olan kalıntılar üzerine tekrar inşa edilmesiyle alıyor (1455). 

Venedik-Osmanlı arasında süren mücadeleler sırasında uğradığı tahribatlar sonrası, Köprülü Mehmet Paşa döneminde büyük bir onarımdan geçip (1657) 2. Mahmut zamanında ise neredeyse yeniden inşa edilerek bugüne kadar aynı görünümü koruyor (1815). Kale, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 1965-1970 yılları arasında ve en son 1996 yılında restore edilerek koruma altına alınıyor.

Kale gezimizden sonra akşam yemeği hazırlığı için otele geri dönüyoruz. Bozcaada kendinizi özgür hissedebileceğiniz, en rahat kıyafetlerinizi götürebileceğiniz, tiril tiril elbiseler giyip sandaletlerle dolaşabileceğiniz, deniz tuzlu saçlarınızı güneş yanığı omuzlarınızdan savurup makyaj yapmaya bile gerek duymayacağınız kadar doğal bir yer.

Bozcaada'yı gezerken her sanat atölyesinde yaratıcılığı, her duvar yazısında sevdiğiniz bir şiiri, mavinin her tonunda uçsuz bucaksız denizi, aldığınız her nefeste Ege'yi, Akdeniz'i, antik Yunan'ı, Dyonisos'u hissediyorsunuz.

Akşam yemeği için tercihimiz; Rum mahallesinde en sevdiğim sokak olan Alsancak sokaktaki Ada’m Restoran oluyor. İçindeki ada aşkıyla daha fazla İstanbul'da yaşayamayıp kendini Bozcaada'ya atan başarılı şef Volkan Mortaş ve Yalçın Karadeniz'in işlettiği Ada'm Restoranın samimi ve şirin dekorasyonu, sevgili Volkan’ın güzel ev sahipliği ile birleşince hızlıca geçen saatlerin farkına bile varmıyoruz.

Ada mutfağı Akdeniz ve Ege yemek kültürünün tipik bir yansıması. Çeşit çeşit mezelerle donatılan rakı sofraları, bereketli sulardan çıkan tazecik ve lezzetli deniz ürünleri; kabak çiçeği dolmasından, gelincik reçeline kadar yenmeden dönülmemesi gereken lezzetler ile hem gözünüze hem de midenize ziyafet yaşatabiliyorsunuz. Adanın geçim kaynağı büyük ölçüde şarapçılıkla sağlanıyor. Denk gelirseniz eylül ayında bağ bozumu şenliğine mutlaka gitmelisiniz.

Biz o akşam Ada’m Restoranın en favori yemeği olan meze tabağıyla ziyafete başlıyoruz. Maş fasulyesinden favaya kadar birbirinden lezzetli sekiz adet mezenin bulunduğu bu sunumla aynı anda farklı lezzetleri tadabiliyorsunuz. Meze tabağı sonrasındaki tercihimiz ise enginarlı ahtapot oluyor. Ben enginarlı ahtapotun lezzetini tarif edecek kelime bulamıyorum. Klasik bir ahtapot yemeğinden daha fazlasını arıyorsanız mutlaka ama mutlaka denemelisiniz.

Elbette ki o akşam o masada baş rolü sadece yemekler oynamıyor. Geçen yılların hesabını tutmadığımız, birbirimizi gerçekten olduğumuz gibi kabul edip sevdiğimiz; yalansız, samimi ve güven dolu bir dostluk bu bizimkisi. Kahkahalar gözyaşlarına, gözyaşları mutluluğa, mutluluk huzura dönüşüyor. Biz üç kadın o masada çocukluğumuza dönüyoruz, tüm dünyaya boş veriyoruz. Biz o akşam, o masada kendimizi hiçbir yerde olmadığımız kadar güçlü hissediyoruz.

Akşam yemeği sonrası bir şeyler içmek için adanın girişinde mavi beyaz dekorasyonuyla kalbimizi çalan Polente kafeye uğruyoruz. Ada halkının gençleri ve turistler genellikle akşamı bu kafenin güzel müzikleriyle sonlandırıyorlar. Orada gönlümüzce dans ediyor, eğleniyor ve bir sonraki haziran buluşmamız için yeni yerler planlıyoruz.

Gecenin sonunda üç İzmirli olarak tabii ki kokoreç aşkıyla limana doğru yürüyoruz. Kalenin hemen arkasında küçük bir arabada kokoreç satan Murat’ın İzmir usulü kokoreçi gerçekten de İzmir'den sonra yediklerim arasında en iyisi oluyor. İstanbul'da neden böyle kokoreç yapmıyorlar diye geleneksel hayıflanma cümleme başlayıp Murat’la İzmir usulü kokoreç üzerine önemli konuşmalar yapıyor ve geceyi sonlandırıyoruz.

Ne demiş Cemal Süreya; "Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı."

Sizin de benim gibi en sevdiğiniz öğün kahvaltıysa, Bozcaada sizin için de doğru yer demektir. Ada halkının ev yapımı bin bir çeşit reçelleri, kahvaltı masalarının en önemli parçasını oluşturuyor. Gelincik reçeli, domates reçeli, incir reçeli mutlaka denemeniz gereken lezzetler arasında. Hatta beğendiğiniz reçelleri adanın küçük çarşısında satan teyzelerden alıp eve götürebilirsiniz. Ayrıca bu çarşıda hediyelik eşyalar, adadaki atölyelerde yapılan sanat eserleri ve bolca takı bulabilirsiniz. Bunun yanında Tarihi Çiçek Pastanesi'nin damla sakızlı ve bademli kurabiyelerinden yemeli ve lavantalı'ya kadar her çeşidi bulunan meşhur ada dondurmasını denemelisiniz. 

Benim adadan İstanbul'a taşımayı en sevdiğim şey, adanın her yerinde görebileceğiniz amaranda çiçeği. Ben bu çiçeğe ada halkı gibi polente çiçeği demeyi tercih ediyorum. Genellikle mayıs ayında toplanan bu çiçek kurutularak saklanıyor ve uzun yıllar boyunca güzelim renginden bir şey kaybetmiyor. Bozcaada'da her masada, her kapı süsünde polente çiçeğini görebilirsiniz. Seyahatinizi mayıs ayına denk getirirseniz tazeyken almadan evinize dönmeyin derim. Çünkü sonrasında bakıp bakıp adayı hatırlıyorsunuz.

Bozcaada'da yapılmadan dönülmemesi gereken tek şey hiç şüphesiz gün batımını Polente'de izlemek... Adanın batı burnunda yer alan bu bölge muhteşem bir manzaranın yanında on yedi adet rüzgar gülü ve benim için dünyanın en güzel deniz fenerini de içinde barındırıyor.

Yanına şarabını, hatta piknik malzemelerini alan herkes bu muhteşem gün batımını yakalamak için akşamüstü saatlerinde soluğu batı burnunda alıyor. 

Benim oraya gitme nedenim ise sadece gün batımı manzarası değil, çok uzun yıllardır aşık olduğum, kavuşmak için gün saydığım, her fotoğrafını zihnime işlediğim tüm görkemiyle ışık saçan yaşlı bir deniz aşığı; Polente Deniz Feneri...

1861 yılında yapılan Polente Deniz Fenerini adada yaşayan çoğu insanın bilmemesi, onu görmek için kilometrelerce yol yapan beni çok şaşırtsa da; bir yandan da ne kadar az keşfedilirse o kadar daha benim olur mantığıyla içten içe mutlu ediyor. Fenere gün batımı tepesinden uzanan taze kekik kokusunun eşlik ettiği toprak bir yoldan geçiliyor. Yürüyüş için uzun sayılan bu yolu yürürken koşar adım gidiyorum. Sonunda bir sevgiliye kavuşacağımı bilir gibi heyecanla yürüyorum. Yolun sonunda karşımıza çıkan dikenli teller bizi yıldırmıyor. Oraya girmek için beklediğim yılları sayacak olursak, teller benim için çok basit bir engel kalıyor.

Tellerin arasından bir boşluk bulup içeri kıvrılıyoruz ve Polente Deniz Feneri tüm güzelliğiyle karşımızda duruyor. Arkasında da ona arkadaşlık eden dev rüzgar gülleri...

Önce bakıyorum uzun uzun. Hani ilk buluşmada ne yapacağını bilemez ya insan, aynen öyle kalakalıyorum. Sonra gidip sarılıyorum duvarlarına; karşısında duruyorum, etrafında dolanıyorum, bahçesinde yoga yapıyorum. Oraya kök salmak istiyorum. Hayatımdaki tüm güzellikleri orada yaşamak istiyorum. Bu buluşmadan daha çok hikayeler çıkacağını işte o an anlıyorum.

Bundan daha güzel bir gün batımı olabilir mi? Ben, Polente deniz fenerim, hayatıma kazınmış iki dost, geçmişimiz, çocukluğumuz, hayallerimiz... O an hepsi oradalar. Hep birlikte oturmuş denizi seyrediyoruz...

"Bu ne ilk, ne son buluşmamızdı." diyorum yanından ayrılıp toprak yolda yürürken. Polente Feneri ise dönüp arkama her baktığımda bana ışık yakıp selam veriyor ben uzaklaşırken. Her ayrılık gibi bu ayrılık da içimi burkuyor. Kızlarla birbirimize sıkıca sarılıp bu güzel adaya veda ediyoruz.

İstanbul'a döndüğümde anlıyorum ki; bu tatilde bir tatilden çok ötesi vardı. Dostluk vardı, özlem vardı, kahkahalarla gülmek, hıçkırıklarla ağlamak vardı. Mavi vardı, deniz vardı; yeni yerleri keşfetmek, yeni insanları sevmek vardı. Bu yüzden bu yazıda da bunlar var. Bozcaada'da bıraktığım kalbim var, nefesim var. Polente'de anılarım, el izlerim var...

Bozcaada’da bıraktığım her şey; hoşça kalın tekrar buluşuncaya kadar...

banner

Yorum Yap

(*) Gerekli Alanlar